Yaşayan usta yönetmenlerden David Fincher’ın yeni filmi The Killer izleyiciyle buluştu. Yönetmen, bir önceki filmi Mank ve yaratıcısı olduğu Mindhunter dizisinde olduğu gibi yine Netflix ile çalışmayı tercih etti.
The Killer’ın çekim öyküsü esasında baya eskiye dayanıyor. 1998 yılında Alexis Nolent tarafından yazılan ve Luc Jacamon tarafından çizilen Fransız çizgi romanı The Killer, 2007 yılında David Fincher tarafından filme çekilmek üzere Paramount’a sunulur ancak bütçe yetersizliği sebebiyle proje rafa kaldırılır.
Fincher, 2014 yılında çektiği Gone Girl filminden sonra Netflix ile uzun yıllar sürecek bir dizi ve film anlaşması yaptı. Bunun neticesinde ilk olarak iki sezon süren ve büyük beğeni toplayan Mindhunter dizisine imza attı. Ardından senaryosunu babasının yazdığı ve sinema tarihinin en iyi filmlerden olan Citizen Kane’in yaratım sürecini anlattığı Mank filmini çekti. Bu iş birliğinin şimdilik son ürünü ise 2007’den beri rafta duran “The Killer” oldu.
The Killer, daha ilk giriş jeneriği ile aslında yönetmenin imzasını taşımaktadır. TV dizisini andıran bu açılış, yönetmenin 90’lardaki iki başyapıtı Se7en ve Fight Club’ı anımsatır. Ardından filmin omurgasını oluşturan ve neredeyse her karede gördüğümüz tetikçi ve onun iç sesine tanık oluruz. Bize Paris’te bir dairede kendisine verilmiş olan işi bitirmek üzere sabırla bekleyen bir katilin profilini çizer.
Filmde diyaloglar o kadar az ki, katilin iç sesi de olmasa nerdeyse konuşmanın olmadığı bir film izlemiş olacağız. Bu noktada Fincher, karakterin iç sesini olabildiğince konuşturmaya özen göstermiş. Bu sayede izleyici olarak katilin personasını anlayabiliyoruz. Bizim için duygusuz, robot bir karakter olmaktan çıkıyor. Michael Fassbender’ın performansı da bu doğrultuda büyük önem taşıyor. Bir yandan sert yüz hatlarıyla, profesyonel ve soğukkanlı katil imajını etkileyici şekilde sunarken diğer yandan bakışlarındaki anlamlı ifadelerle, zeki ve duyguları olan bir profil olduğunun da altını çiziyor.
Romanlarda olduğu gibi bölümlere ayrılmış olan filmde, katilin aslında piramidin en tepesine çıkma serüvenine tanık oluyoruz. Görünürde intikam arayışında olsa da özellikle final sahnesiyle çok farklı bir amaç için uğraşan karakter olduğunu anlıyoruz. Neticede Fincher, karakterin film boyunca devamlı tekrarladığı mottolara uyumlu bir profil sunuyor.
Filmin görsel estetiğine gelecek olursak; yönetmen çok sevdiği karanlık görüntülere burada da başvuruyor. Zaman olarak net bir ibare kullanılmasa da günümüze yakın bir dönemde geçtiği kullanılan teknolojik aletlerden belli oluyor. Ama filmin soğuk ve grenli atmosferi, fazlasıyla 70’lerin benzer temadaki filmlerini anımsatıyor. Fransız yönetmen Jean Pierre Melville’in klasiklerinden Le Samourai’in etkisi baya hissediliyor.
Kurgu ise filmin bana göre en iyi işleyen tarafı. Film, ayrılmış olduğu bölümlerde farklı mekanlara giderek karakterini bir anlamda aşamalı bir oyunun içerisine sokuyor. Kurgu tam da bu noktada seyircinin filme olan odağını şaşırtmadan, tıkır tıkır işliyor. Fincher, hikayesinin kesinlikle seyircinin kafasında bir soru işareti bırakmasına müsaade etmiyor. Yılın kurgu anlamında en iddialı filmi olduğunu söylersek abartmış olmayız.
Müziklere de değinecek olursak; Trent Reznor ve Atticus Ross imzalı müzikler, filmin genel atmosferi ile çok uyumlu bir işlev görüyor. Yoğun bas temaları, filmin gerilim duygusunu çok iyi besliyor. Tabi ki The Smiths şarkılarını da unutmamak gerek. Karakterin kendini rahatlatmak için dinlediği bu şarkılarda benzer hissiyatı seyirci olarak bizler de yaşıyoruz. Yönetmen, bir anlamda The Smiths aracılığı ile seyirciye de nefeslenme olanağı sunuyor.
Eylül ayında Venedik Film Festivali’nde açılış yapan film, limitli bir sinema gösteriminin ardından geçtiğimiz günlerde tüm dünyaya Netflix aracılığı ile gösterime sunuldu. Eleştirmenlerden yüksek notlar alan film, seyircilerden ise biraz karışık eleştiriler aldı. Kendi adıma The Killer’ın benim Fincher’dan olan beklentilerimi tam olarak karşılayabildiğini söyleyebilirim. Ortada belki kusursuz bir senaryo yok ama görsel ve işitsel anlamda çok iyi çekilmiş ve seyirciyle doğru iletişim kurabilen bir film var.
Sözün özü David Fincher, Martin Scorsese ve başka nice usta yönetmenlerin sinemada karşılık bulamayan kimi yaratıcı deneyimlerini dijitalde izleyebiliyor olmak bence büyük bir şans teşkil ediyor. Fincher’ın son iki filminin de uzun süredir raflarda bekletilen projeler olması ve bunların sınırsız bir özgürlükle Netflix tarafından çekilmesi, şüphesiz usta yönetmenin daha uzun süre platformla iş birliği yapacağının kanıtını oluşturuyor.