Şener Şen – Yavuz Turgul ortaklığı sinemamızda az rastlanır bir sadakat içeriyor. Hollywood’ta önce De Niro ile sonra Di Caprio ile Scorsese ortaklığına şahit olmuştuk. Bunun sebebi birbirlerinin tarzını seven oyuncu ile yönetmenin partnerlik isteği muhtemelen. Yavuz Turgul yönetmenliğinin yanında kalemi de güçlü bir senarist. Sultan, Banker Bilo, Çiçek Abbas, Tosun Paşa gibi başyapıtların senaristi de Yavuz Turgul’du. Son yıllarda yönetmenlik gücü net olarak düşse de ülkemizin en iyi yönetmenleri sayıldığında Turgul benim için hep zirvenin doğal adaylarındandır. Kendisinin kariyer zirvesi ise Muhsin Bey’dir.
Muhsin Bey, 1987 yapımı bu ülke topraklarından çıkmış en nadide filmlerden biri. Filmi tek kelimeyle tariflemem gerekirse “naif” derim. Bana göre çok eşsiz bir iştir. Kendine has tarzıyla bambaşka yerde durur. Bu eşsizliğin nedenlerine gelelim. Aslında filmi eşsiz yapan en önemli unsur Muhsin Kanadıkırık (Şener Şen) gibi bir karakteri yaratması. Muhsin öyle biri ki eşi benzeri yok ve yiten değerlerimizi sembolize ediyor. Senaryo aktıkça solan çiçekleri ve yıkılan Beyoğlu gibi o da azalarak bitiyor. Filmin başında menajerlik işini bir kahve köşesinde yaparken utanıp sıkılan kahveciye mahcup tavırlar takınan Muhsin naifliğin adeta sözlük anlamı. Sevdiği kadın olan Sevda(Sermin Hürmeriç)’ya açılamıyor. Sevgisini bile içinde büyütüyor ve penceresindeki çiçeğe bu aşkı aktarıyor. Çiçekle konuşuyor ve o düzgün İstanbul aksanıyla yüreklerimizi dağlıyor. Sevda ise pavyonda çalışan, kötü sesine rağmen Muhsin’in bağlantıları sayesinde işinde zar zor dikiş tutturabilen avam bir kadın. Muhsin ile her bir araya geldiğinde ne kadar uyumsuz olduklarını Turgul gözümüze gözümüze sokmuş. Biri kibarlıkta zirve bir adam, diğeri gece hayatına uygun bir kadın. Ama gönül ferman dinlemiyor. Anne olarak da Sevda sorunlu biri. Çocuğuyla sorun yaşıyor, mutfak ihtiyaçlarını hep Muhsin’den isteyen sorumsuz bir anne. Filmin finaline doğru kızını pavyonda bir sandalye üstünde yatıracak kadar da umursamaz bir kadın. Orada bile Muhsin kıza acıyor ve dayanamayıp serzenişte bulunuyor. Bunun adı net naiflik.
Peki “Muhsin Bey” Neden Başyapıt?
Muhsin’in nasıl bir insan olduğunu anlatmaya devam edeceğim ancak senaryonun akışıyla karakterin dönüşüme yani kahramanın yolculuğuna değinmeden olmaz zira filmin senaryo matematiği tıkır tıkır işleyen bir saat gibi. Filmi özel kılan etmenlerden biri de muhteşem senaryosunun üst düzey oyunculuklarla birleşmesi. Kahve köşelerinde ekmeğini taştan çıkarmaya çalışan Muhsin, yanında bir işe yaradığı hayli tartışılır Osman(Osman Cavcı) ile mücadele veriyor. Kendine zor bakan bir adam olduğu her halinden belli. Beyoğlu’nda eski bir evde oturuyor. Her akşam tek rakısını içiyor, plak dinliyor. Rakıya sürekli zam gelmesinden de hayıflandığı üzere geçim sıkıntısı yaşadığı aşikar. Bu haliyle köyünden bavuluyla çıkıp gelen şark kurnazı Ali Nazik(Uğur Yücel) hayatına giriyor ve işler artık geri dönülemeyecek şekilde değişiyor. Film aslında insanlık üzerine bir manifesto. Naifliğin, iyi niyetin, temizliğin; çıkara, arabesk kültüre yenilgisini izliyoruz. Bunu yaparken de yüreklerimizi dağlıyor. Evde çiğ köfte yapıldığı sahne çok kilit bir sahne. Turgul ustalıkla iki karakterin tahlilini yapıyor. İkisi de hayallere dalarken biri ipek gömlek, altın künye, zengin olunca koynuna girecek kadınların hayalini kuruyor diğeri Sevda Hanım’ı ve bakımevinde kalan eski sanatçıyı kurtarmayı, Beyoğlu’nun kahrından kurtulmayı düşlüyor. Filmdeki en kilit sahnelerden biri net olarak. Ustalık içeriyor kesinlikle. Hayaller insanlar üzerine çok şey anlatır çünkü. Ali Nazik’in sinsi bir insan olduğu bu sahneden önce de vurgulanıyor. Muhsin ilk karşılaştıklarında kendisine yardım edemeyeceğini söylediğinde yağmur altında kalarak kendini acındırmaya çalışması da karakter üzerine bir ipucu sunuyor. Muhsin’in iyi niyetini suistimal edeceği bu sahneden belli aslında. Bunun dışında türkü ile arabeskin mücadelesi de önemli. Muhsin arabeske son derece karşı biri. Arabesk burada müzik olarak değil kültür olarak ele alınmış aslında. Arabesk kültür bizim öz değerimiz değil. Asimilasyonu yozlaşmayı temsil ediyor. İstanbul’un doğuluların istilası altında olduğunu ve sokakların kebap koktuğunu eski İstanbul’un yok olduğunu her fırsatta yüksek sesle dillendiriyor. Burada aslında bir kültür çatışması var. Ali Nazik çıkarı için her yola gelecek bir hain, Muhsin ise bir umuda tutunup tüm kariyerini, gururunu, onurunu riske atan bir cesur yürek. Filmdeki bu mücadelenin Star Wars’taki aydınlık-karanlık taraf mücadelesi düzeyinde güçlü bir anlatı sunduğunu düşünüyorum. Çok çok iyi işlenmiş bir mücadele. Bu mücadelenin sonuç kısmı da hayli yıkıcı.
Filmin sonu yürekleri dağlayacak cinsten. Muhsin bir şeyi başardığını ispatlamak için sahtekarlık yapıyor ve hapse düşüyor. Buraya adapte olması mümkün olmayan bir insan. Bahçede tespih sallarken bile tespihi düşürecek kadar ortamın yabancısı. Hapiste bile hayatta başardığı tek iş olan Ali Nazik’in kasedini koğuş arkadaşının walkmaniyle dinliyor. O denli gururlu yaptığı işle. Hapiste ilk tokadını yiyor. Sevda, Osman ve Ali Nazik ziyaretine geldiğinde bir şeylerden şüpheleniyor ve giderlerken Ali Nazik’in Sevda’nın elini tutmasıyla ilk darbeyi alıyor. Uğruna hapse girdiği bir adamdan gelen bu darbe sonuncusu olmayacak ne yazık ki. Cezasını doldurduktan sonra çıkarken kendisini bekleyen bir kişi bile bulamıyor. Vefasızlığın tokadı sertçe yüzüne iniyor. Evine gidiyor ve Madam, Sevda ile Ali Nazik’in gittiklerini söylüyor. Bu sırada Ali Nazik karakterini ortaya koyuyor. Filmin en sağlam sahnelerinden birini izliyoruz. Solan çiçekler üzerinden Muhsin insanlık dersi veriyor her birimize. Terk-i diyar ediyor. Çiçek alıp bakım evine gidiyor ve hayranı olduğu sanatçının öldüğünü öğreniyor. Darbeler üst üste geliyor. Yıllardır rekabet içinde olduğu Şakir’in mekanına gidiyor. Kendisi Osman’ı yanına almış. Girdikleri bahisi kaybetmesine rağmen sözünde durmamış. Ali Nazik de kendisine çalışıyor. Bir darbe daha. Muhsin kapıdan boynu bükük çıkarken dönüyor ve Şakir’in aşık olduğu kızın kendisine geldiğinde ona elini bile sürmediğini söylüyor ve kendisinin nasıl kaliteli bir adam olduğunu Şakir’in suratına çarpıyor. Pavyona gittiğinde ise son darbe geliyor. Bir batakhanede arabesk söyleyen Ali Nazik. Notadan solfejden tamamen kopmuş, pavyonun leş ortamında kendi hayatı yanında Muhsin’in Sevda’sını da harcıyor. Kendini kurtarma konusu ise filmin zirvesi. Bu bataklıkta para kazanarak, babasından görmediği iyiliği Muhsin’den görmesine rağmen aşık olduğu kadını çalarak hainliğin en büyüğünü yaparak kendini kurtardığını sanıyor. Muhsin ise tüm iyiliklerine böyle bir karşılık görerek okkalı bir şamarla köşesine çekiliyor. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir adama dönüşüyor.
Filmin finali bence fazlasıyla karanlık. Filmde kazanan kimse yok. Yitmiş hayatları izliyoruz. Pavyonun bitik ortamında bu hayatlar yutuluyor. Muhsin rüyasında hayranı olduğu sanatçının şarkısını dinleyerek uslanmaz bir romantik olduğunu ispatlıyor aslında. Belki de kendisi kendisini bitiren iyi niyetinden vazgeçmeyecek ve inadına iyi bir insan olmaya çalışacak. Kim bilir?
Son bir parantez de Yavuz Turgul’a. Her şeyiyle dört dörtlük bu filmi çekerken filmde işler tersine dönerken bir sahne var (Sahne 1) ve bence çok şey anlatıyor. Üzerine konuşulmayı hak ediyor. Muhsin hapisten çıktıktan sonra Madam ile konuşurken yüzü karanlıkta kalıyor. Karakterin artık bittiğini, üzerine toprak atıldığını, umudun kalmadığını belirtirken bu ışık oyunu nasıl bir ustalıktır? Çatıdaki beraber yürüme sahnesindeki karakterlerin güçlenen bağını bize ustalıkla aktaran yönetmen bu sahnede de bağların tamamen koptuğunu ve kötülerin kazandığını haykırıyor. Her şeyiyle muazzam bir yapım ve eskimeyecek bir başyapıt.